Sevr’den Lozan’a…
Bir Destanın Kısa Öyküsü…
24 Temmuz 1923 Tarihi, Türkiye Cumhuriyeti ve milleti için bir dönüm noktası, bir milattır; bir yeniden doğuştur…
O tarihte imzalanan Lozan Antlaşması, bağımsızlığımızın bileğimizin hakkıyla söke söke aldığımızın onurlu, şerefli bir belgesidir…
Ama bu şerefli tarihi olayın, tam olarak anlaşılabilmesi ve değerlendirilebilmesi için, biraz tarihte geriye, karanlık günlere dönmemiz gerekecektir…
Sene 1920’dir ve günlerden de 10 Ağustos’tur…
Tarihimizde kapkara günlerden biridir…
Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz, Lehistan (Polonya), Portekiz, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven (Yugoslavya), Çek-Slovakya (Çekoslovakya) devletleri, yani, Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) ya da diğer bir ifadeyle İtilâf Devletleri bir tarafta ve tek başına Osmanlı İmparatorluğu Hükümeti diğer tarafta, Paris’in banliyölerinden Sevr (Sevres)’deki, Seramik Müzesi’nde (Musée National de Céramique de Sevres), 433 maddelik Sevr Antlaşması’nı (Sevr Sulh Muâhedenâmesi) imzaladılar.
ABD ve Sovyet Rusya, bu antlaşmaya imza koymadılar.
Bu antlaşma ile sadece Osmanlı İmparatorluğu parçalanmakla kalmamakta, tüm ekonomik, adli ve idari bağımsızlığı da ortadan tümüyle kalkmakta idi.
Tabii ki, bu antlaşmanın çok öncelerinden, malum devletler tarafından, gerekli girişimler, temaslar, yatırımlar yapılmış, kilit noktaları içeriden fethedilmiş ve gerekli altyapı da çoktan hazırlanmış idi.
Malum olduğu üzere, Osmanlı tarafından ilk kapitülasyonlar -yani imtiyazlar, ayrıcalıklar, yaptırımlar ve özel haklar-, Fatih Sultan Mehmet tarafından Venediklilere, sonrasında da Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1535’te Fransızlara verilmiştir.
1838’de İngilizlerle yapılan “Özel Ticaret Anlaşmaları”, yani “1838 Balta Limanı Antlaşması”, “1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları”, “1856 Paris Anlaşması”, dış borçlandırılma stratejileri, Kırım savaşı ve 1854 ilk borçlanması, 1875 Muharrem Kararnamesi ve 1881 Genel Borçlar İdaresi (Düyun-u Umumiye), vd. ilginç ve de talihsiz, tarihi kapitülasyonlar, dış borç alımları, kısıtlamalar, vb. gibi çökertici, basiretsiz uygulamalar sırasıyla adeta önceden belirlenmiş, planlanmış bir düzen içinde devam edip durmuştur…
30 Ekim 1918’de, Osmanlı ile Britanya İmparatorluğu arasında “Mondros Mütarekesi”, yani “Ateşkes Antlaşması” imzalanmıştır.
Dünya Savaşı galibi ülkeler, tüm mağlup ülkeler ile, yani Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan ile teker, teker masaya oturmuşlar ve muhtelif görüşmeler sonucunda her biri ile barış antlaşmaları yapmışlardır.
Bir tek ne hikmetse, Osmanlı İmparatorluğu Devleti ile masada görüşmeye oturmamışlardır…
Bunun yerine, 14 Nisan 1920’de, San Remo’da toplanarak, kendi aralarında Osmanlı’yı bir güzel paylaşmışlar, hemen akabinde de, 22 Nisan 1920’de, Osmanlı’yı apar-topar, Paris Barış Konferansı’na çağırmışlardır.
İlk girişimleri, Osmanlı tarafından reddedilince, arkadan gelecek olan ağır Sevr şartlarının kabulüne zorlamak, ulusal birliği ve ulusal direnişi bozmak için, bu kez de daha önceden planlandığı üzere, adeta düğmeye basmışlar ve iç isyanları ve işgalleri başlatmışlardır.
23 Nisan 1920’de toplanan Büyük Millet Meclisi, 30 Nisan 1920’de tüm dünyaya ve bu arada tabii ki, Düvel-i Muazzama ’ya, yani galip büyük devletlere de, İstanbul’dan ayrı bir hükümet kurulduğunu ilan etmiş ve bildirmiştir.
İşte o an bir fırtına kopmuş ve her şey hem farklı ve hem de daha güzel olmuştur…
Öncelikle ve ivedilikle, genç Ankara Hükümeti, 18 Haziran 1920 de, Misak-ı Millî’ ye, (yani ‘Milli Yemin – Ulusal Ant) sadık kalınacağını ve Türk topraklarının parçalanmasına izin verilmeyeceğini, sadece bu devletlere değil, tüm dünyaya vakarla ve cesaretle duyurmuştur.
Bunun üzerine derhal Düvel-i -Muazzama mensupları, B planına geçmişler, İzmir’de hazır tuttukları Yunan kuvvetlerini Anadolu’nun içlerine, Ege’ye ve Trakya’ya sürmüşler, Uşak, Balıkesir, Bursa ve Trakya işgalini ve istilasını organize etmişler ve hemen de uygulamaya sokmuşlardır…
Bu durumda pes eden Saltanat da, derhal Sadrazam Damat Mehmet Ferit Paşa (1853-1923), Bağdatlı Mehmet Hadi Paşa (1861-1932), Rıza Tevfik Bölükbaşı Bey (1869-1949) ve Reşat Halis Bey’den (1883-1945) oluşan ikinci heyeti Paris’e göndermiş, 25 Haziran 1920 Paris Antlaşması koşullarını kayıtsız ve şartsız olarak kabul ettiklerini bildirmiştir.
Sonrasında da bu heyet, bu zevat, ülkemizin parçalanmasına rıza gösteren ve belgeleyen, Sevr Barış Antlaşması’nı (tam orijinal ismi: Traité De Paix – Entre Les Puissances Alliées et Associées Et La Turquie Du 10 Août 1929 – Sevres) 10 Ağustos 1920 de imzalamıştır.
İşte 10 Ağustos tarihi onun için çok önemli ve kara bir tarihtir; bir ibret ve ders alınma tarihi olmalıdır…
Ama ne yazıktır ki tarihten zinhar ders alınamamaktadır…
Zaten gerekli dersler alınabilse idi, tarih de tekerrür edip durmaz, ülkemin tepesinde devamlı kara bulutlar dolaşmaz, fırsat bulunca da söz konusu ideolojiye sahip devletlerin vazgeçilmez uygulamaları olan,”Divide et Impera” yani o meşhur ” Böl ve Yönet” geleneksel oyunlarını başarıyla vatanımızda oynatılamazdı…
Tahammül (katlanamayacağımız) ve tahayyül (hayalimizde canlandıramayacağımız) dahi edemeyeceğimiz boyutta, zor, ıstırap dolu, itibarımızın, şerefimizin ayaklar altına alındığı, yalakalığın, yandaşlığın, bedhahlığın (kötü niyetli girişimlerin) menfaatçiliğin ve himayeci taraftarlığının, jurnalciliğin, sömürünün, vatan hainliğinin, geçerli olduğu ve yaşandığı bedbaht ve karanlık günler gelip çatmıştır.
Ama Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve kahraman dava ve silah arkadaşları ve Kuvayi Milliye ruhunu taşıyan gerçek vatansever insanlarımız sayesinde, işgallerden vatanımızı kurtardık; ama acaba oynanan oyunlar, dahili ve harici bedhahların (kötü niyetli işbirlikçilerinin) karanlık amaçları, menfaate dayalı beklentileri, sömürüleri bitti mi?
İşte bütün mesele de budur…
Şimdi gelelim Lozan Barış Antlaşması’na…
Lozan Barış Antlaşması (Le Traité de Paix de Lausanne), İsviçre’nin, Vaud Kantonunda yer alan, Lozan şehrinin gene Leman Gölü kıyısındaki şirin bir yerleşim birimi olan, Ouchy’deki, Beau-Rivage Sarayında (şimdilerde Beau-Rivage Palace Oteli) imzalanmıştır.
24 Temmuz 1923 tarihinin ve dolayısıyla Lozan (Lausanne) Sulh Muâhedenâmesi, yani Lozan Barış Antlaşması’nın önemini ve anlamını daha iyi algılayabilmek için yukarıda ifade etmeye çalıştığım hatırlatmalar maalesef ve mutlaka gerekiyor idi.
Sevr Antlaşması’na göre, ülkemizin sınırları, Trakya, İstanbul, Ege Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesi’nden atılıyor, Anadolu’nun ortasında, denizlere çıkışı olmayan, ufak ve garip bir devlet olarak bırakılmaya mahkûm ediliyorduk; Saltanat da bu rezil ve aşağılık durumu aynen kabul etmiş ve Antlaşmayı da imzalamış idi…
Tabii ki, bu elimizden alınan yerler de, Düvel-i Muazzama mensupları arasında, belirli bir hiyerarşiye göre önceden planlandığı şekilde paylaşılmaktaydı…
Hatta paylaşımdan dolayı, akbaba gibi üşüşen ülkeler arasında, çekişmeler, tartışmalar, kırgınlıklar bile yaşanmaktaydı.
Ne hazindir ki, bağımsızlık mücadelesi, yani, ”İstiklal – Kurtuluş Savaşımız”, büyük ve dahi önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün komutasında, dava ve silah arkadaşları tarafından, sadece Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) ya karşı verilmiyor, aynı zamanda, kendi padişahına, padişah ordusuna, içerideki işbirlikçilerine ve vatan hainlerine (yani bedhahlara) karşı da veriliyordu.
Ama o zamanki Türk ulusu köle olmak, sömürge olmak niyetinde değildi…
Büyük Kurtuluş Savaşı başladı, Atatürk önderliğinde zaferler elde edildi, tüm bir ulus, topyekun ve çılgın (Çılgın Türkler) bir şekilde, vatanlarını, namuslarını ve itibarlarını, şereflerini azimle, fedakarlıkla, şanla, şerefle kurtardılar.
Askeri alanda kazanılan zaferler, artık diplomasi alanında da başarıya dönüştürülmeliydi…
İşte Lozan Antlaşması bunun için çok önemli ve çok da kıymetlidir.
Bu konuların ve ayrıntılarının mutlaka doğru ve tam olarak öğrenilmesi ve sonra da mutlaka tüm halkımıza ve özellikle de genç kuşaklara anlatılması, aktarılması, öğretilmesi gerekmektedir.
Aksi takdirde, bu günleri gereğince doğru süzemeyiz, oynanan oyunları, hazırlanan tezgahları, büyük yıkım projelerini algılayamayız…
Yorgun, bitkin, cılız ve dostsuz ama vakur, cesur, dirilişi yaşamış genç Türkiye, tek başına bir tarafta ve gene dört ana müttefik devlet: Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya ve yanlarında diğer birleşik güçler ve devletler: Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven (Yugoslavya) devletleri ve ABD, boğazlar konularında görüşmelere çağrılan Sovyet Rusya ile hem Boğazlar ve hem de Trakya sınırına ilişkin konularda görüşmelere çağrılan Bulgaristan, sadece belirli konularda görüşmelere çağrılan Belçika ve Portekiz gibi devletler ise, karşımızda, yani diğer tarafta idiler.
Herkesçe malumdu ki, esas çekişme Britanya İmparatorluğu (daha net ifadesiyle İngiltere) ile Türkiye arasında geçecekti.
Onun içindir ki İngiltere, en önemli ve deneyimli müzakerecileri olan, eski Hindistan Genel Valisi ve Dış İşleri Bakanı (sonra da Başbakan olan), 1. Kedleston’lu Curzon Markizi, George Nathaniel Curzon’un (Lord Curzon) (1859-1925) başkanlığında, ikinci yetkili İstanbul Yüksek Komiseri Sir Horace George Montagu Rumbold’u (1869-1941) ve çok geniş bir delegasyonunu göndermişti.
Fransa ile toprak sorunu 1921 Ankara Antlaşması ile çözümlenmiş, İtalya’nın ise bir toprak talebi kalmamıştı.
Japonya’nın konferansa ilgisi ise çok azdı.
Yunanistan ise tamamen İngiltere’nin himayesinde ve dümen suyunda idi, eski başbakanları Eleftherios Venizelos’un (1864-1936) başkanlığındaki delegasyon ile yenilgilerinin etkilerini ve ezikliğini azaltmaya çalışmaktaydılar.
ABD’nin durumu ise ilginçti.
Adeta bir gözlemci gibi katılır gözüktü, ama arka planda gayet de etkili bir işlev görmüş, hatta Konferansı bir anlamda yönlendirmiştir.
Heyetleri, ABD’nin Roma Büyükelçisi Richard Washburn Child (1881-1935), İstanbul Yüksek Komiseri Amiral Mark Lambert Bristol (Amiral Bristol 1868-1939) ve ABD Gözlemcisi Diplomat Joseph Grew’ (1880-1965) dan oluşuyordu.
Diğer devletler de müzakereci delegasyonlarını oluşturdular ve Lozan’a yolladılar.
Türkiye de Lozan Barış Konferansına, Baş Delege Mustafa İsmet İnönü (İsmet Paşa – 1884-1973), Delegeler, Dr. Rıza Nur (1879-1942) ve Hasan Hüsnü Saka (1886-1960) ile beraber yirmi iki danışman, dokuz tercüman ve geniş bir basın grubu ile katıldı.
11 Kasım 1922’de, tam sekiz ay sürecek konferanslar için masaya oturuldu…
Tabii ki askeri konularda müthiş tartışmalar ve hararetli münakaşalar yaşanıyordu.
Diplomatik tecrübesi olmayan Türkiye Cumhuriyeti (T.C.) heyetine ve dolayısıyla da genç T.C. devletine yüklenip duruyorlardı.
Heyet başkanı İsmet İnönü de kendisine verilen talimat bağlamında, vakur, dirayetli ve haysiyetli bir şekilde dava arkadaşları ile birlikte direniyor ve karşı koyuyordu.
Ama müzakerelerin esas konusunun, yani buz dağının henüz görünmeyen ana konusunun, ekonomi ve kapitülasyonlar olduğu herkesin malumu idi.
Ermeni devletinin reddi, boğazların denetiminin Türkiye’ye devri meselesi, azınlık sorunları, bağımsız Türk yargısının sağlanması ve nihayet kapitülasyonlardan kurtulunması konuları en sorunlu meselelerdi.
Nitekim, 14 Ocak 1923 de, karşımızdaki malum zevatın, ısrarlı ve rahatsız edici dayatmaları sonucu, Türk delegasyonu görüşmeleri kesti ve konferansları terk edip, yurda döndü.
Daha sonra, aracılar devreye girdi, konferanslara devam edildi ve tam sekiz ay süren son derece zorlu, tartışmalı ve zaman zaman da çok gergin müzakereler sonucunda, 24 Temmuz 1923 tarihinde, anlaşma sağlanabildi.
Türkiye istediğini elde etmişti, en önemli erdem olan bağımsızlığını – istiklalini kurtarmıştı, tam anlamıyla tekrar gururla ve başarıyla, İstiklalini söke söke geri almıştı.
Çekilen zahmetleri, verilen çabaları ve haysiyet, gurur ve sinir mücadelesini yakinen bilmeli ve anlamalı ve değerlendirmeliyiz.
Unutmamak gerekir ki, bu görüşmeler yapılırken, Türk ordusunda, atların nallarına çakılacak mıh (çivi) dahi yoktu.
Türk ordusu da, Türk halkı da yorgundu, fakirdi ama inancı, birliği ve güveni, yani “Ulus Bilinci” tamdı; zaten bu da askeri zaferler ve vatanın istiklali için yetmişti…
Şayet bu çok zor elde edilmiş olan erdemler elimizden giderse veya alınırsa, şehitlerimize, gazilerimize, emeği geçenlere, ulusumuza ve vatanımıza, o yüce emanete çok yazık olur.
Lozan’da İngiltere delegasyonu başkanı ve baş müzakerecisi, Konferansların da başkanı olan Lord Curzon, toplantılar biterken, Türk Heyeti Başkanı İsmet İnönü’ye, o meşhur, tarihe mal olmuş ve ibretlik sözlerini söylemiştir:
“İstediklerinizi şimdilik size verdik. Bunların hepsini tek tek cebimize koyuyoruz. Ama zamanı geldiğinde, gene tek, tek çıkartacağız ve yeniden önünüze koyacağız”…
İşte gayet açık ve seçik olarak amaç ve niyet ortaya konmuştur…
Maalesef gerçekten de, dediklerini yaptılar, korkarım ki, halen de yapmaya devam etmektedirler…
Lord Curzon’ un sözlerinde özetlenen genel amaç da zaten buydu.
Yani, Sevr’in de ötesinde bir amaç söz konusu idi.
Dünyanın tüm devletlerine de hatırlatmakta fayda görüyoruz:
Lloyd George da 1920 de, Belçika Konferansı sırasında, Türkiye için “Bitti” ifadesini kullanmıştı…
Ama sonra ne oldu?
Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde, kahraman silah ve dava arkadaşları ve milletimizin milli güç birliğiyle, cesareti, özverisiyle, Türkiye Cumhuriyeti yeniden var olmuştur.
İşte bu Lozan Antlaşması da, bu yeniden canlanışın, yeniden var oluşun, tüm dünyaya resmen kabul ettirilme belgesi ve zaferidir…
Tüm dünya ve özellikle dahili ve harici bedhahlar, kötü niyetli işbirlikçiler, menfaatçi ajanlar, emperyal sömürücü girişimleri ve oyunları tezgahlayanlar, planlayanlar, projelendirenler ve uygulamaya ve uygulatmaya çalışanlar, “Çılgın Türkler” in verdiği cevapları, vermiş oldukları onurlu ölüm-kalım mücadelelerini, zinhar ve hiçbir zaman hatırlarından çıkartmamalıdırlar…
Bizler, Büyük Kurtarıcı ve Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği, hazırladığı ve emanet ettiği yolda ilerleyen, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sloganını ve dünya görüşünü benimsemiş, çağdaş, demokratik, laik, Türkiye Cumhuriyeti’yiz.
Cumhuriyetimizi de, demokrasimizi de ağır bedeller ödeyerek elde ettik.
Evet mutlaka eksiklerimiz vardır, ama hepsi zamanla telafi edilebilecektir; hem de dahili ve harici bedhahların (iç ve dış kötü niyetli işbirlikçi kişi ve & veya kurumların) tüm engellemelerine, kışkırtmalarına, karıştırmalarına, kötü niyetlerine rağmen…
Zira emanet çok kutsal ve değerli bir yerden bizlere verilmiştir…
Yolumuz, hedefimiz bellidir.
“Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır”.
Dileriz öyle de olur…