PRENS ADALARI YAZI SERİSİ :
Burgazada (Burgaz Adası) (Ponormos) (Antigoni)
Giriş
“Prens Adaları” yazı serimizin bu bölümünde sizlere, tüm gençliğimin ve sonrasının geçtiği “Burgazada” (Burgaz Adası) dan söz etmek isterim.
Hem Burgaz, hem Burgazada ve hem de Burgaz Adası olarak tanımlanan adamızdan, “Burgazada” olarak söz ederek devam edeciğim.
Burgazada’ nın yaşantımda, çok özel, çok güzel ve çok da önemli bir yeri vardır…
1964 senesinden itibaren, 2004 senesine kadar tüm yaz dönemlerimiz bu sempatik ve güzel adada geçmiştir…
Burgazada, Kınalıada’ya yaklaşık 5 km, Eminönü’ne 20 km, Bostancı’ya 14 km ve Heybeliada’ya ise sadece 1 km mesafede, küçük ama yemyeşil, adeta ebru yapısında, ada sakinlerinin (yazlıkçı ve kışlıkçı olarak) yan yana, hatta iç içe huzur, barış, sevgi, dostluk ve mutluk içinde, dostça ve keyifle, zerafetle ve nezaketle, güvenle, birbirlerine saygılı olarak ve Ada ritüeline göre yaşadıkları bir güzel ve özel sayfiye mekanıydı…
Maalesef idi demek zorundayım…
Çünkü artık Burgazada da, diğer Prens Adaları da, bizlerin doya, doya ve keyifle yaşadığı, bildiği, birbirinden güzel anılarla bezenmiş, “İstanbul’un İncisi” olarak tüm dünya genelinde ün yapmış, “Prens Adaları” yapısında, kıvamında, kalitesinde ve görünümünde maalesef değildir…
Burgazada’ nın çevresi 5,5 km, yüzölçümü ise yaklaşık 1,5 km kare, uzunluğu 2 km, genişliği ise 1.3 km dir.
Burgazada’nın kuzeydoğu yönünde, yaklaşık 500 metre uzaklıkta bulunan Kaşık Adası (Pita), Burgazada’nın kuzey kıyısının tamamını, adeta bir dalgakıran gibi korumakta, böylece de, o bölgeyi korunaklı, güvenilir bir liman haline getirmektedir.
Onun için de, antik çağlarda Burgazada’ya, “her tarafı emin liman” anlamında ‘’Ponormos’’ denmiştir.
Bazı kaynaklarda ise (nadiren de olsa…), Burgazada’nın, Bizans (Doğu Roma) döneminden kalma eski isimlerinden birinin de “Kleptissa” olduğu ifade edilmiştir.
Yunanca “kleptissa”, “hırsızlık, korsanlık, çalma” anlamları taşımakta olup, “klepto” yani “çalmak” fiilinden türemiştir, “kleptes” ise, “hırsız” anlamı taşımaktadır.
Bu isim, Burgazada’nın korsan saldırılarına uğradığı dönemde, adanın korsanların sığınmak ve saklanmak amacıyla kullanmasıyla ilişkili olduğu belirtilmektedir.
1862 de, Adalara gelen, Romanya doğumlu ama İstanbul’da büyüme bir Rum olan, Yunan yazar ve eğitimci, Scarlatos Byzantios (1798-1878), “Constantinople – A Topographical, Archeological & Historical Description” adlı 3 ciltlik başyapıtında, mitolojik dönemden Bizans’a, Bizanstan da Tanzimat’a kadar, İstanbul’a dair ne kadar bilgi varsa toparlamış ve bu esere koymuştur.
İşte bu eserde, Adalar hakkında da, geniş ve açıklayıcı çok değerli bilgiler vermiştir.
Daha önceki Prens Adaları yazılarımızda da ifade ettiğimiz üzere, Poliorkitis Dimitrios, babası Atinalı Antigonos’a ithafen, İÖ 311 de, Trakyalı Lisimohos ve Makedonyalı Kassandros’a karşı kazandığı zaferler sonrası, adanın ismini “Antigoni” koymuştur.
Burgazada’nın tarihi iskân yeri olarak nitelenen ve ismine, ‘’Hora’’ denen yere hakim konumdaki, “Aya Yani” kilisesinin yakınında “Aya Yorgi Manastırı” ve “Manastır Yolu (Karipi Yolu)” vardır. Bu yolun şimdiki ismi “Gönüllü Caddesi” dir.
Eskiden “Yukarı Karpi” yolu denen yerin şimdiki ismi ise, “Mehtap Sokak” olmuştur.
Bu iki yolun birleştiği yolun devamında ise, deniz kıyısına doğru inen bir yol vardır ki, bu yolun adı da Cennet Yolu (Paradisos)’ dur.
Biz de işte bu yol üzerinde, Kınalıada’ya bakan, bahçe içinde deniz manzaralı bir evde otururduk…
Diğer ana yol ise, Gönüllü Caddesi olarak, doğa cenneti ve turistik bir mekan olan Kalpazankaya’ya doğru devam eder ve orada biter…
Bölüm I:
Burgazada’nın Tarihi, Dini ve Kültürel Mirasları:
Adada Bizans (Doğu Roma) döneminden beri süregelen epeyce önemli tarihi ve dini yapılar vardır:
Örneğin, Makedonyalı İmparator “I. Basileios” (d 811-ö 886) (Hüküm Süresi: 867-886) tarafından, Hristos (İsa) tepesine (günümüzde Bayraktepe) yaptırılan, “Hristos Manastırı ve Kilisesi”, Patrik Aziz Methodios’un, Vaftizci Yahya’ya ithafen 882 de yaptırdığı (bazı kaynaklarda 867), “Aya Yani Kilisesi (Hagios Ioannes Prodromos) (Yahya Peygamber Kilisesi)” ve “Aya Yorgi Karibi Kilisesi” (Hagios Georgiyos Kryptis)” Kilisesi, Aziz George’a adanmış “Saint George Katolik Kilisesi” vd. gibi…
- Aya Yorgi Kilisesi:
Yapılış tarihi tam olarak bilinemeyen, ama Bizans döneminde yapıldığı tespit edilen Aya Yorgi Kilisesi, Rum Ortodoks cemaati için önemli bir ziyaret noktasıdır.
Özellikle 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerindeki Aya Yorgi yortusunda (dinsel kutlama günü), çok sayıda Rum Ortodoks, bu kiliseyi ziyarete gelir, dualar eder ve dileklerde bulunur.
Bu tarihi, dini ve turistik yapı ve mekan, bizim evin de çok yakınında idi ve kilisenin bahçesinin giriş kapısının yanında, yani açıkta duran, üç tane farklı boyutta gösterişli ve tarihi çanı vardı. Adanın çocukları, gidip gelip, bu görkemli çanların altındaki dev tokmaklarını çana vurmaya çalışırlardı…
Kilisenin zangocu da çocukları hem şakadan kovalar ve hem de bu girişimlerini gülerek hoşgörüyle karşılardı.
Kilise görevlileriyle iyi tanışırdık ve zaman zaman oturup sohbetler ederdik, kilise ve manastırın tarihçesini ve öyküsünü kendilerinden dikkatle ve ilgiyle dinlerdik…
Kilisenin ve etrafında Kilise Vakfına ait binaların bahçelerinde, dev fıstık çamlarının kozalaklarından düşen çam fıstıklarını toplardık…
Kilisenin bahçesindeki demir kapının parmaklarının yanındaki iki göndere, muntazaman her hafta sonlarında, Türk Bayrakları asılırdı…
- Aya Yani Kilisesi (Aziz Vaftizci Yahya Kilisesi) (İoannes Prodromos Kilisesi)
Aya Yani Kilisesi (Aziz Vaftizci Yahya Kilisesi) ise, Ortodoks Rum cemaati için, önemli bir ibadet yeri ve tarihsel kültür mirası olarak, Burgazada’ daki en önemli tarihi ve dini yapılardan biridir.
Özellikle, Vaftizci Yahya’nın yortusu olan 24 Haziran’da, büyük kutlamalar ve dini törenler düzenlenmektedir.
Adanın merkezinde, vapur iskelesinin tam karşısına isabet eden yamaçta, tüm görkemiyle yer almaktadır.
IX. yüzyılda inşa edildiği kaynaklarda yer almakta olup, bugünkü şeklini ise, Osmanlı döneminde, dini hoşgörü çerçevesinde, özellikle Rum Ortodoks cemaatinin destek ve katkılarıyla yapılan ekleme ve onarımlarla aldığı kaydedilmektedir.
Bu kilise, tarihte çok önemli ve ilginç sürgün ve hapislik olaylarına sahne olmuştur.
Bunlardan en çarpıcı olanı, Bizans döneminde, İmparator Theophilos’un (813-842 ; Hüküm Süresi: 829-842) ikonaları (ikono da denmektedir ;Yunanca “eikon” yani, resim, görüntü, tasvir anlamında olup; kiliselerde bulunan kutsal resimleri ifade etmektedir) savunan Patrik I. Methodios’u, kendisinin “ikonoklazm” (ikon karşıtlığı) politikalarına karşı çıktığı için, 837 yılında Burgazada’ya söz konusu kilisenin bulunduğu yerdeki, 11 basamakla inilen, 3,5 m x 1.75 m boyutlarında ve 2 m yüksekliğinde taş bir oda olan zindana sürgüne göndermesidir.
İmparator Theophilos, Patrik Methodios’u bu taş zindanda tam “7 yıl” boyunca hapsetmiştir.
İmparator Theophilos 842 yılında ölünce, eşi İmparatoriçe Theodora (Ermeni Theodora ya da Kutsanmış Theodora) (d 815 – ö 867) (Hüküm Süresi: 830-842), küçük yaştaki oğlu III. Mihail’ in (d 840 – ö 867)(Hüküm Süresi: 842-867) naibi olarak, Methodios’u 843 yılında zindandan serbest bırakmış, önce zindanın üstüne yaptırdığı kiliseye papaz olarak ve akabinde de Konstantinopolis Patriği olarak atamış ve bu olayla da ikonoklazma dönemi sona ermiştir.
Methodios’un Burgazada’da hapsedildiği zindan, adeta dini bir sembol haline gelmiş, zindanın bulunduğu mekanın hemen üstüne de, işte sözünü ettiğimiz bu görkemli “Aya Yani Kilisesi” inşa edilmiştir.
Patrik Methodios 4 yıl daha patriklik yapmış ve 847 yılında ölmüştür.
Ölümünden sonra ise, ikonalar için cesaretle ve inatla, özverili, acılı ve ızdıraplı bir yaşam sürdürerek verdiği mücadele dolayısıyla da Aziz ilan edilmiştir…
Günümüzde, hem kilise, hem ayazması ve hem de Methodios’un 7 yıl boyunca hapsedildiği birkaç metrekarelik ışıksız, penceresiz, dar, havasız taş hücre, ziyarete açıktır…
Bu tarihi kilise, tarih boyunca çok kez hasar görmüş, hatta kısmen yıkılmış, sonra yeniden onarılmıştır.
Örneğin, 1844 yılında, söz konusu kilise önemli ve ciddi bir restorasyon görmüş, fakat 1894 deki İstanbul depreminde, yine büyük bir hasar görmüş, 1896 da tekrar onarımına başlanmış, 1899 da tamamlanmış, 1999 depreminde de hasar görmüş, sonra yeniden tamir görmüş ve 2007 de tekrar ibadete açılmıştır.
- Hristos Kilisesi ve Manastırı:
Burgazada Hristos Tepesinde (Bayraktepe), Bizans döneminde yapılan ve ibadete açılmış olan “Hristos Kilisesi” ve keşişlerin inzivaya çekildikleri, ibadet ettikleri ve yaşamlarını sürdürdükleri “Hristos Manastırı” da, Rum Ortodoks cemaati için dini ve manevi değeri, önemi olan bir yerdir.
- Aziz George Katolik Kilisesi:
Adı daha az bilinen “Aziz George Katolik Kilisesi” ise, bugün dahi açık olan ve katolik cemaatine hizmet veren, ne zaman inşa edildiği tam olarak bilinemeyen, ama farklı dini cemaatlerin kendi ibadet yerlerini inşa etmesine imkan tanınmış olması bakımından önemli olan tarihi bir kültür mirasıdır.
Söz konusu kilisenin adanın manzarası çok güzel olan, huzurlu, sakin bir tepesinde olması da, ziyaret edilmeyi cazip hale getirmektedir.
- Burgazada Sinagogu (Ohel Yaakov Sinagogu)
1950’li yıllarda, Burgazada’da yaz tatillerini geçiren Yahudi aileler, az sayıda olmaları nedeniyle, dini vecibelerini ve ayinlerini evlerinde bir araya gelerek gerçekleştirebiliyorlardı.
Ada’da nüfuslarının artmasıyla birlikte, özellikle 1960’lı yıllarda, Burgazada’da da bir sinagog inşa etme ihtiyacı doğmuştur.
Müracaat ve girişimler yapıldıktan ve gerekli izinler de alındıktan sonra, 1968 yılında, Burgazada’sına da bir sinagog inşa edilmiştir.
Sinagogun oluşumuna, kuruluşuna ve gelişimine yaptığı katkılardan dolayı, Yahudi cemaatinin hayırsever mensuplarından olan, “Yaakov Mazon” adlı kişiyi onurlandırmak için, sinagoga “Yaakov’un Çadırı” anlamına gelen ‘Ohel Yaakov’ adı verilmiştir.
Bu Sinagog da, Adalar’da bulunan diğer sinagoglar gibi, sadece yaz dönemlerinde dini ayinlere açık kalmaktadır.
Burgazada, daha önce de ifade ettiğimiz üzere, tarih boyunca farklı uygarlık, etnik ve dini topluluklara ev sahipliği yapmıştır. Yahudi cemaati de adanın sosyal dokusunun önemli bir unsurudur.
Söz konusu Burgazada Sinagogu (Ohel Yaakov Sinagogu), zaman içinde adadaki Yahudi nüfusunun azalması nedeniyle daha az kullanılsa da, Burgazada’nın tarihi ve kültürel mirasında önemli bir yer tutmaktadır.
Mimari açıdan son derece sade bir yapıya sahip olan sinagog, Yahudi ibadetinin gerekliliklerine uygun şekilde tasarlanmış ve inşa edilmiştir.
Dönemler itibariyle bazı restorasyon çalışmaları yapılmıştır ve sinagog halen Burgazada’nın çok kültürlü zengin mirasının bir parçası olarak değerlendirilmektedir.
- Burgazada Camisi:
Burgazada’nın şirin küçük bir de camisi vardır.
Burgazada Camisi’ nin inşaatına 24.7.1953 de başlanmış, 24.6.1954 de törenle ibadete açılmıştır.
Sekiz cepheli ve kubbeli bir yapıda olan Burgazada Camisi mimar Burhan Ongun tarafından tasarlanmıştır.
- Burgazada Cemevi:
Burgazada Cemevi, 1966 yılında da açılmış ve hizmete girmiştir. 1987 yılında onarılmış ve geliştirilmiştir. Küçük ama son derece samimi bir atmosfere sahiptir. İbadetin yanı sıra çeşitli kültürel ve sosyal etkinliklere de ev sahipliği yapmaktadır.
- Sait Faik Abasıyanık Müzesi:
Burgazada, ünlü hikayeci, roman yazarı ve şair, “Sait Faik Abasıyanık” a (1906-1954) ev sahipliği yapmıştır; hatta Burgazada bir anlamda Sait Faik Abasıyanık ile adeta özdeşleşmiştir.
Sait Faik eserlerinde, Burgazada’yı tüm boyutuyla, yaşamıyla betimlemiş ve mükemmel bir şekilde anlatmıştır…
Burgazada, Çayır Sokak No: 15 deki köşk, artık “Sait Faik Abasıyanık Müzesi” dir.
- Kalpazankaya:
Adanın en batı ucundaki Kalpazankaya mevkii de pek meşhurdur.
Gün batımını Kalpazankaya’dan izlemek, çok özel ve çok da güzel bir olaydır…
Özellikle İstanbul’un en güzel, en romantik ve en çarpıcı gün batımını izlemek için en tercih edilen mekanlarından biridir…
Öyküye göre, dönemi belli olmayan çok eski zamanlarda, kalpazanlar, Burgazada’nın bu gözden uzak, kuytu, ve sakin bölgesinde sahte para basarak gizlenmekteymişler.
Bölge kayalık ve ulaşımı da çok zor olduğu için, kalpazanların bu yeri seçtikleri rivayet edilmektedir.
Bu olay, yerel halk arasında zamanla efsaneleşmiş ve bölgeye de bu mistik ve gizemli söylentiye dayanarak, “Kalpazankaya” ismi verilmiştir.
Gerçekten de, koyun en ucunda, yaklaşık 7-8 metre yüksekliğinde ve 40-45 metre çevre boyutunda büyük bir kaya kütlesi vardır. İşte bu kayanın tam tepesinin orta yerinde yaklaşık 5 metre çapında ve 3 metre derinliğinde bir oyuk bulunmaktadır.
Bu görkemli kayaya eskiden, “deniz kuşlarının pislediği yer” anlamında, “Kuçulopetra” denirmiş.
Günümüzde Kalpazankaya olarak anılan ve mülkiyeti de manastıra ait olan bu mekanda, eskiden küçük bir kır gazinosu vardı, işletmecisi de rum Vasil Boyacıoğlu idi.
Vasil bey 1959 da ölünce, gazino el değiştirdi ve Burgaz’a Anadolu’dan (Erzincan) göç eden bir aileye geçti.
Günümüzde ise söz konusu mekan artık lüks bir restoran statüsündedir ve halen de aynı aile üyeleri tarafından işletilmektedir.
Kalpazankaya, Burgazada’yı ziyaret edenlerin en önemli ve popüler uğrak noktalarından biridir.
Bölüm II:
Burgazada’nın İki Özel ve Güzel Koyu
Sevgili Dostlar, şimdi sizlere, 1964 senesinden beri yaz aylarında, yaşantımızın büyük bölümünün geçtiği, çok güzel ve en azından benim için çok da önemli olan, anılarla bezenmiş iki özel ve güzel koydan söz etmek istiyorum.
- Cennet Koyu (Paradisos Koyu) – Mimi Koyu
Birincisi, hemen oturduğumuz evin önünde yer alan, Kınalı Ada’nın tüm güney cephesine karşıdan bakan, yandan da kuzey istikametinde Bostancı- Maltepe kıyı şeridine bakan “Cennet Koyu” (eski Paradisos Koyu) dur.
Yukarıda sözünü ettiğim Cennet Yolu’nun hemen önündeki şirin küçük bir koydur.
Tüm o bölgeye de Cennet Mevkii (Paradisos) denmektedir…
Cennet Yolu’nun sonunda, deniz kıyısında da adanın Müslüman Mezarlığı bulunmaktadır.
İşte bu koyda bizim kayıklarımız dururdu ve tüm mahalle sakinleri olarak bu koydan denize girerdik. Hafta sonlarında, özellikle de Pazar günleri, günübirlikçiler büyük gruplar halinde gelirler, çam ağaçlarının altında pikniklerini yapar -mutlaka onlara önceden hazırlanmış buzlar ve sular verilirdi; bu hayır hizmetimiz, adeta geleneksel sosyal bir ritüel olmuştu- ve bu güzel koydan da denize girerlerdi.
Ama işin maalesef yine geleneksel kötü tarafı, bu günübirlik piknikçilerin -ki çoğunluğu hep aynı kişilerdi ve aynı ağacın altında piknik yaparlardı- tüm çöplerini etrafa saçarak orada bırakmaları idi. Tabii ki tüm atıkları, çöpleri, temizlemek de biz gençlere düşerdi…
İşte bu güzel koyun, biraz da derme çatma bir kayıkhanesi vardı; kıçtan takma motorlarımız ve benzin bidonlarımız, küreklerimiz, çapalarımız, halatlarımız, vb. deniz ve tekne malzemelerimiz bu barınakta dururdu.
1964 yılında, Ada’ya geldiğimizde, kayıkhanenin ve bütün Cennet Koyu’nun -daha öncesi de varmış- bakımını üstlenmiş, orada yatıp kalkan, Kore savaşı gazisi, son derece ilginç, sempatik, tatlı dilli ve biraz da uçuk bir kişilik olan, ‘’Mimi’’ (doğum ismini hiçbir zaman öğrenememiştik, sadece kayıkhanede kenarda atılmış bir mektup üzerinde uzun ve zor bir Rum ismi ve soyadı olduğunu görmüştüm) adlı bir fahri bakıcısı, bekçisi, balıkçısı, tekne boyacısı, sözde tesisatçı, yani her işi yapan (yaptığını iddia eden!) yani koyun her şeyi olan, çok sevdiğimiz ama son derece de geçimsiz bir kişisi vardı…
Bizlerin dostu ve adeta hikayecisi idi. Çoğunun abartılı ve biraz da hayal ürünü olduğunu bildiğimiz, Kore Savaşı maceralarını anlattırıp dururduk.
Biraz geçimsiz ve bazen de ters davranışlı idi ama kalbinin tertemiz ve son derece yardım sever olduğunu, koyun, denizin ve doğanın tam ve sadık bir koruyucusu olduğunu bilirdik ve onu çok severdik.
Vefatına çok üzülmüştük ve onun anısına, koyun ismini biz adalılar “Mimi Koyu” olarak koymuştuk ve halen de öyle anılmaktadır…
- Halikia (Halikya) Koyu – Madam Marta (Martha) Koyu
Adanın en güzel koyudur.
Koyun eskiden beri kullanılan ismi; “Halikia” idi; tüm Burgazada halkı da bu ismi kullanırdı.
Tam Batı’ya, yani Yassıada ve Hayırsızada’ya (Sivri Ada’ya biz Adalılar Hayırsız Ada deriz…Sebebini ve rahatsız edici öyküsünü, “Hayırsız Ada” başlıklı yazımda görselleriyle birlikte ayrıntılı olarak açıklayacağım) bakan, muhteşem ve ulaşımı da zor olduğu için, bakir bir koydur.
Kanımızca İstanbul’un en güzel, en romantik ve en çarpıcı renk cümbüşüyle gün batımı işte buradan gözlenmektedir.
Güneş adeta süzülerek kırmızı ve turuncunun tüm renk nüanslarının skalasını sunarak, Marmara’nın kızıla dönmüş mavi sularına, tam Yassıada (Demokrasi ve Özgürlük Adası) ile Sivri Ada (Hayırsız Ada) arasından bir ateş topu gibi süzülerek batar…
Üstelik bu doğa harikası tabloyu, çamlar arasından izlersiniz…
Koyun denizi de Adaların müzmin kuzey doğu rüzgârı olan Poyraz’a tamamen kapalı olduğundan, son derece sakin ve huzurlu bir koydur…
Madam Marta’yı (Martha Arat Kazar), Ada’ya geldiğim 1964 yılından beri tanırdım.
Her gün karşılaştığımızda, pozitif bir enerjiyle, gülerek selamlaşıp, sohbet ederdim.
Son derece nazik, görgülü, güler yüzlü̈, sempatik ve ilginç̧ bir kişilikti Madam Marta…
Hep bu koyun en kuzey batı ucundaki “Kaloyeri Burnu” denilen kayalıklarından, yaz ve kış dönemlerinde, her gün denize giren, en uçtaki en büyük kayanın üzerine yatıp güneşlenen, renkli, neşeli ve dost bir insan ve gerçek bir doğa ve deniz aşığı olan Madam Marta’yı, bizler de, tüm Adalılar da çok severdik.
Deniz onun hayatı, canı ve en yakın dostuydu.
Bir yandan aryalar söyler, bir yandan da adeta suda bale yaparak yüzerdi…
Madam Marta, tam bir doğa dostuydu. Adaların meşhur yangınlarında, tüm ada halkıyla birlikte görev alır, bizlerle birlikte sabahlara kadar yangın söndürme çalışmalarında bulunur, adanın çamlarını yangından kurtarmaya canla başla çalışırdı.
Pek çok yangında beraber çalışmış ve özellikle de yangına yakın evlere, top ateşi olarak fırlayan kozalakları, elimizde su kovalarıyla takip edip, ellerimizin ve tabanlarımızın yanmasına aldırış bile etmeden söndürmeye çalışmışızdır.
Ama maalesef ne Madam Marta, ne bizler, ne de bizden sonrakiler, Prens Adalarımızın o güzel çamlarının, yemyeşil ormanlarının her yaz cayır, cayır yanmasına (ve/veya yakılmasını) engel olamamışızdır.
Burgazada artık yemyeşil çam ormanlarıyla kaplı değildir.
Madam Marta, uzun saçlarını renkli bandanalarıyla bağlar, büyük boyutlu renkli küpeler, bilezikler ve kolyeler ve hatta ayağına da halhallar takar, çarpıcı renklerde kıyafetlerle, genelde de pareolarla, etrafa gülücükler dağıtarak dolaşırdı.
Tüm adalılar onu tanırdı, o herkes ile de dosttu…
Madam Marta ve ailesinin evi, Aya Nikola Meydanında (Günümüzde Turgut Reis Meydanı) olduğu halde, zamanının çoğunu, koyda deniz kenarındaki derme çatma bir kulübede geçirir, dostlarını, konuklarını bile orada, büyük bir incir ağacının altında ağırlardı.
Koyun tüm temizliğini ve bakımını o yapardı…
Madam Marta, Burgazada’nın hiç şüphe yok ki, en ilginç, en renkli ve aynı zamanda da en sıra dışı figürlerinden biriydi…
Lübnanlı Latin Katolik (bazı kaynaklarda Ermeni asıllı olduğu ifade edilmiştir) bir ailenin kızı olarak, 1920 yılında, Mersin’de doğmuş̧ ve Osmanlı Bankası müdürü olan babasının göreviyle, 1940 lı yıllarda İstanbul’a gelmiş̧ ve Burgazada’ya yerleşmiştir.
Yine Burgazlı, çok beyefendi Ermeni bir eşi (Berç Kazar) vardı, kendisine Mösyö Kazar derdik.
Oğlu Jorj Kazar’ da (1955 Burgazada doğumlu) bizlerin yaşıtı ve arkadaşıydı.
Fransız Lisesi mezunuydu, 1921 de Sovyet devriminden kaçarak İstanbul’a yerleşmiş ve İstanbul’da ilk bale okulunu açan Madam Lydia Krassa Arzumanova’nın öğrencisi ve Türkiye’nin de ilk balerinlerinden olmuştur.
Madam Marta, kelimenin tam anlamıyla, kendine özgü, yani eskilerin tanımıyla “nevi şahsına münhasır” bir kişilikti…
Bu sebeple de, bazı Adalılığı benimseyememiş̧ ve Ada kültürüne intibak edememiş sözde adalılar ve özellikle de günübirlik adaya gelen halk tarafından, Madam Marta biraz alışılmamış, hatta tuhaf bulunurdu.
İşte hepimizin çok sevdiği, dost, sevimli, nazik ve zarif ama talihsiz kadın, 1986 yılında, her zaman, Halikia koyunda, yaz ve kış gidip üzerinde güneşlendiği o yüksek kayadan kendini denize bırakarak hayatına son vermiştir…
Hepimiz, tüm adalılar bu duruma, bu talihsiz ve acı olaya çok üzülmüştük, hepimiz çok etkilenmiştik, böyle hayat dolu, pozitif enerjili bir insanın böyle bir şey yaptığına bir türlü inanamamıştık ve adeta isyan etmiştik…
Onun adını, anısını yaşatmaya karar verdik; nitekim yaşattık da; dileriz hep de yaşatılır…
Bu koyun ismi, artık ‘’ Marta Koyu’’ idi; hep de öyle kalacaktır…
Bölüm III:
Burgazada’nın İki Sosyal ve Spor Kulübü:
- Burgazada Deniz ve Spor Kulübü:
Burgazada Deniz ve Spor Kulübü, 25 Temmuz 1934 tarihinde, Dr. Medeni Akman, Nafiz Özalp, İzzettin Feray ve arkadaşları tarafından kurulmuştur.
Özellikle adada deniz ve spor ile ilgilenen üyelerine ve ailelerine, bu konularda imkanlar sunmuş, aynı zamanda da sağlık hizmetleri ve sosyal etkinlikler bağlamında hizmetler sunmayı hedeflemiştir.
Halen de bu misyonunu ifa etmekte ve bu yönde hizmetler üretmekte ve vermektedir.
- Adalar Su Sporları Kulübü (A.S.S.K.)
Burgazada’daki ikinci kulüp olan, “Adalar Su Sporları Kulübü”, 14 Şubat 1963 tarihinde, Turgut Egemen öncülüğünde, Dr. Ahmet Elberger, Mehmet Oğuzoğlu ve arkadaşları tarafından, toplam 28 üye ile, üyelerine ve ailelerine, özellikle de ada gençlerine, su üstü ve su altı (Yüzme, Sutopu, Yelken, Sualtı, vb…) sporlarını teşvik etmek amacıyla, kurulmuştur.
Adalar ilçesinde federe olan ilk spor kulübüdür.
Kulüp halen pek çok branşta (Sutopu,Yüzme, Yelken, Sualtı Dalış, Satranç, Masa Tenisi, Triatlon, vd…) çalışmalarına ve faaliyetlerine devam etmekte olup, özellikle su sporlarında çok değerli, başarılı sporcular yetiştirmekte, şampiyonluklar kazanmaktadır.
Bölüm IV:
Burgazada Özelinde ve Adalar Genelinde Sosyal ve Kültürel Yaşam
Adalara ilk dönemlerde çok az yerleşim olduğunu biliyoruz, fakat İstanbul’un fethinden sonra özellikle Rumlar Adalara yerleşmeye başlamışlardır.
16. yüzyılda her adada birer köy oluşmuş, halkı da genelde balıkçılıkla geçinmiştir.
Örneğin,19. yüzyıl başlarında, Büyükada’da 1.200 Rum olduğu resmî kayıtlarda gözükmektedir.
1773 yılında “Mektebi Bahriye” adıyla Heybeliada’da kurulmuş olan “Deniz Lisesi”, daha sonra Kasımpaşa’ya taşınmış, ama sonra, 1824 de tekrar Heybeliada’ya “Bahriye Mektebi” olarak dönünce, adaların demografik kompozisyonu da değişme eğilimine girmiş, Rumların dışındaki halk da adalara yerleşmeye başlamıştır.
Bu dönemlerde Tophane’den kalkan büyük kayıklarla adalara ulaşım sağlanmıştır.
Başta Fransızlar olmak üzere bazı yabancı azınlıklar da adalara yazlığa gitmeye başlamışlardır.
1845 de Heybeliada’da toplam 200 ev sayılmış ve kayıtlara geçmiştir.
İlk tarifeli vapur seferleri, 1846 yılında başlamış, sonrasında ise Adalar artık gittikçe ‘’yazlık’’ niteliği kazanmış, dolayısıyla nüfus da mevsimlere göre değişiklikler göstermiştir.
Adalar tarihini, doğma büyüme bir adalı olarak merak ettikçe araştırdım, okudum, öğrenmeye çalıştım, öğrendikçe daha da çok araştırdım ve okudum, ama ucu bucağı olmayan adeta bir tarihi olaylar okyanusuna dalmış gibi de oldum doğrusu…
İşin daha da ilginci, doğma büyüme bir adalı olarak, her tarafını karış karış bildiğimi zannettiğim Adalar’ı, maalesef gerektiği gibi tanımamış olduğumu anladım…
Benim çocukluğumu, gençliğimi birbirinden güzel anılarla süsleyen, İstanbul’un incisi, zarif, asil, lâtif, nadir, her bakımdan dünyanın en güzel ve en özel mekanlarından biri olan İstanbul Adaları, meğerse gerçekten de “Prensler Adaları” imiş; hem de filmlere, romanlara, ansiklopedilere, araştırmalara konu olması gereken tarihi birikimi, kültürü, mirası, sosyal yapısı, doğası, yani özetle tüm algoritmasıyla…
İstanbul’umuzun en gözde ve en güzel sayfiye yerlerinden olan “Adalar” ilçemizin, bilindiği üzere, kış nüfusu ile yaz nüfusu arasında çok büyük farklar vardır.
Somut bir örnek vereceğim; yaşadığım yer olduğu ve bizzat pek çok sosyal hizmet projelerine katıldığım ve çalıştığım için, bu konuyu yakinen izlemiş ve belirlemiş durumdayım.
Adaların kendine özgü demografik bir özelliği vardı…
Mesela bir kaynakta, Burgazada’da, 1909 senesinde, adada tamamı Rum olmak üzere, 180 ailenin ve toplam 700 kişinin oturduğu kaydedilmiştir.
Bir diğer ilginç bilgi ise, Burgazada’da ilk ciddi boyutlu ağaçlandırma faaliyetlerinin, 1950 li yıllarda başlamış olmasıdır.
Ondan önceki fotoğraflarına baktığımızda, Burgazada’nın (hatta tüm diğer adaların da…) adeta ağaçsız olduğu görülmektedir.
Bu ağaç ekimi çalışmaları, adanın yeşil alanlarını arttırmak ve erozyonu önlemek amacıyla yapılmıştır. Hemen ardından, 1960 lı yıllarda, ağaçlandırma çalışmaları daha da genişletilmiş ve doğal yaşam ciddi olarak desteklenmiştir.
Ama maalesef daha sonraki dönemlerde adaların yeşil çam ormanları gereği gibi korunamamış ve muhtelif, hatta sürekli yangınlarla, ormanların büyük bölümü yanmış, kül olmuş ve bugünkü hazin görüntüler ortaya çıkmıştır…
Yanmış olan bölgelerde, yeniden ağaçlandırma çalışmaları tabii ki yapılmıştır ve halen de yapılmaktadır, ama yanan ağaçların yerine dikilen fidanların yetişmesi çok zaman alacağı gibi, yangınların da önlenmesi, ormanların da tam korunması mutlaka gerekmektedir…
Diğer bir ilginç ve çarpıcı konu ise, Burgazada’nın, 1965 senesine kadar, bütün esnafının tamamının Rum olmasıydı…
Tek Rum olmayan esnaf, kunduracı, Musevi Avram Efendi idi.
Adanın ilk Müslüman Türk sahipli işyeri, 1965 de berber Ramazan’ın, İmroz’lu (1979 den sonra Gökçeada) Niko’dan devraldığı çarşı içindeki küçük berber dükkanı olmuştur.
İmrozlu Niko ise, şimdiki Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos’un (d: 1940; doğum ismi Dimitris Arhondonis) kardeşidir.
Adalardan göç dalgası maalesef çok hızlı gelişmiştir ve 1978 de ise bir anlamda tamamlanmış, dolayısıyla da Adalarda o eski dönemlerden çok az kişi kalmıştır.
Gene somut örneklerle devam edelim:
Burgazada’nın kış nüfusu yaklaşık 1.200-1.500 kişi civarındadır.
Adanın nüfusu yaz döneminde ise yaklaşık 10.000 kişi civarı olmaktadır (Burgazada da halen yaklaşık 2.000 hane vardır).
Bu durum, yani yaz – kış nüfus farkı, diğer adalarda da aşağı yukarı aynı orandadır.
Burgazada ile ilgili olarak verdiğimiz nüfus bilgileri, yazlıkçı ve kışlıkçı diye adlandırılan Burgaz adalıları içermekte olup, günübirlik ve evlere ziyaretçi ve misafir olarak gelen kişileri kapsamamaktadır.
Görüldüğü üzere, kış ve yaz dönemlerindeki nüfus farkı çok büyüktür.
Bu bir sorundur ve bu büyük nüfus farkı, Adalarda, ciddi sosyo-ekonomik dengesizliklere neden olmuş ve dolayısıyla Ada yaşamını da çok etkilemiştir…
Adalara yerleşmiş bulunan göçenlerin (yani yaz kış adada oturan, kışlıkçı olarak adlandırılan nüfus), Anadolu’daki topraklarından kopmaları, özellikle 1960 ların sonlarından sonra hızlandığını bizzat gözlemlediğimi ifade etmek isterim.
Sonrasında da bu kişiler, kendi akraba ve hemşerilerinin de Adalara yerleşmelerine aracı olmuşlardır.
Politik sebeplerle, gecekondulaşmaya göz yumulması kentlere göçü tetiklediği gibi, aynı dalga bağlamında, Adalara göçün de büyümesine neden olmuştur.
Hatta öylesine bir sosyo-ekonomik değişim olmuştur ki, bazı sektörlerde adeta kapalı bir lonca sistemi kurulmuştur.
Taşımacılık, nakliyecilik, arabacılık (faytonculuk), sayfiye evlerinin ve bahçelerinin bakımı, temizliği, bakkal, manav, kasap esnaflığı, daha sonraları da inşaat işleri, inşaat malzeme tedariki ve satışları, daha da sonrasında ise inşaat müteahhitliği, emlakçılık, hep bir nevi lonca sektörleri, hatta monopolü olmuştur.
Söz konusu tüm bu marjinal işler, dönemlere ve sezonlara göre farklı boyutlar ve farklı belirtiler ve gelişmeler göstermiş; bir anlamda ortamdan doğan karteller, tekeller oluşmaya başlamıştır…
Bu tekelci durum, beraberinde başkaca sosyo-ekonomik ve hatta politik önemli sorunlar da getirmiştir.
Dışarıdan müdahalelere, tartışmalara, kavgalara, tehditlere, hatta kaba güç kullanımına kadar gidebilmiştir.
Tüm bunları ben dönemler itibariyle bizzat yaşamış ve görmüşümdür…
Yerleşik nüfusun (kışlıkçı) sayısı arttıkça, balıkçılık, işportacılık, tamir-onarım işleri, hatta memuriyet gibi başka işlere doğru da yönelmeler ve gelişmeler kaydedilmiştir.
Adalarda ilk göçen kuşağın büyük güçlüklerle kurduğu ilişkiler dönemi neredeyse tamamen bitmiş, ikinci kuşak, günün ekonomik koşulları bağlamında Adalarda mülk edinmeye başlamıştır.
Günümüzdeki üçüncü kuşağın ise ne olacağı ve ne isteyeceği, kanımızca henüz cevabı verilemeyen bir sorudur…
Ama hemen şunu ifade etmek isterim ki, Adalardaki marjinal sektörlerdeki tekeller, Adalar yazlıkçı toplumunun açık ya da kapalı bir tür onayı ve desteği ile gerçekleşmiştir.
Adalılar, özellikle de yazlıkçı tabir edilen toplum, üzerlerine düşen görevleri, sorumlulukları, gerektiği gibi yerine getirememiştir ve kudret ilişkileri ve gösterileri bazen çok ters, rahatsız edici hatta ürkütücü yönde oluşmuştur.
Ada halkı, kendi öz dinamiklerini gerektiği gibi incelememiş ve elde edeceği bulgulara göre de yönlendirme görevini yapamamıştır kanısındayız.
Haldun Taner üstadımızın tabiriyle, ‘’ Adalar bugün normal yolcu kapasitesini taşırmış gemilere benzemektedir…’’.
Prens Adaları yazı dizimize devam edeceğiz.
Gelecek yazılarımızda buluşmak üzere, sağlıcakla, güzelliklerle ve sevgiyle kalın…
Yalçın Alganer