Nepal ve Hindistan’da Gördüklerim ve Görmek İstemediklerim…
Sevgili Dostlarım Merhaba,
Epeyce bir zaman önce yapmış olduğum ve çok yönlü olarak etkilendiğim, Nepal ve Hindistan seyahatimin, genel ve özel notlarını ve değerlendirmesini, tekrar gözden geçirerek, genişleterek ve güncelleyerek yeniden sizlerle paylaşmak istedim.
Bu blog yazımız, salt turistik açıklamalı bir yazı olmayacak, meslek alışkanlığı olarak, biraz ekonomik ve sosyo-kültürel içerikli de olacaktır.
Her zaman çok istemiş ve arzu etmiş olmama rağmen, bir türlü Hindistan’ı ziyaret etme ve o muhteşem tarihi yerleri ve çok özel sosyolojik oluşumu inceleme ve tanıma imkânı bulamamıştım…
Dile kolay, tarih öncesi dönemlerden itibaren yerleşime mazhar olmuş, taş devri, buzul çağı, neolitik dönem, bronz çağlarında, yani her daim büyük rağbet görmüş ve İndus nehri kıyılarında, MÖ 3300 lerden kaldığı tesbit edilmiş ilk yerleşim siteleri, kentleri bulunmuştur…
Aryan-Hindu halkları, MÖ 1500 lerde, Ganj nehri kıyılarına yerleşmiş ve orada şehirleşmişlerdir. (“Aryan” kelimesinin kökeni, Sanskritçe’de “soylu kişi” anlamına gelen “Arya” kelimesinden türemiştir).
Hindistan bölgesi, yüzyıllar boyu muhtelif uygarlıkların cazibe merkezi olmuştur.
MÖ IV. yüzyılda, bu kez İskender, Makedonya’dan kalkıp gelerek, Anadolu’yu, İran’ı geçerek, Hindistan’ı işgal etmiştir.
Arada Romalılar, Persler, Kuşhan’lar, Araplar ve pek çok irili ufaklı devlet gelmiş ve geçmiştir.
Esas yerleşik işgal ise, Cengiz Han (doğum ismi Temuçin olup, Türkçe kökenlidir, katı, sağlam demir anlamına gelmektedir) (1162-1227) ve Timur Han’ın (tam adı Çağatay Emiri Timur; 1336 – 1405) soyundan gelen, Türk – Moğol İmparatoru, Timur’un torunu, Babür İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk hükümdarı, Hindistan’da büyük bir imparatorluk kuran, Babür Şah (tam ismi: Zahir ed-Din Muhammed Babür; D: 1483 Özbekistan – Fergana şehri, Ö: 1530 Agra) ile, 1526 yılında başlamıştır.
Türk – Moğol Hanedanlığı, İngiliz’lerin Hindistan’ı resmen 1857 de ilhak etmeleri ile son bulmuştur.
Sonraki hükümdarlar ise, sırasıyla oğlu Humayun Şah (1530-1556); Büyük Akbar Şah (1556-1605); Cihangir Şah (1605-1628); Cihan Şah (1628-1658) (sevgili eşi “Ercümend Banu Begüm”, yaygın ismiyle ise, “Mümtaz Mahal”, yani “Sarayın Gözdesi” için yaptırmış olduğu efsanevi mermer anıt türbe “Tac Mahal” yani – Kralın Sarayı- ile anılır) ve nihayet büyük Moğol imparatorlarının sonuncusu olan Evrencebe Şah (Aurangzeb) (1658-1707) dır.
Önemli Moğol imparatorlarından sonra aynı hanedandan İngiliz idaresine geçene kadar sekiz tane daha, ismi tarihe mal olmamış hükümdar gelmiştir.
15 Ağustos 1947 de Mahatma Gandi (Mohandas Karamçand Gandhi, 1869 – 1948) ’ nin önderliğinde Hindistan, Britanya İmparatorluğundan ayrılarak bağımsızlığına kavuşmuş, ama ülke de parçalanmıştır.
Hindu çoğunluğun olduğu Hindistan ve müslüman çoğunluğun olduğu Doğu ve Batı Pakistan olarak bölünmüş; daha sonra 1971 de ise, Doğu Pakistan, “Bangladeş Halk Cumhuriyeti” olmuştur.
Hindistan halen, 28 eyaletli ve 8 birlik toprağından oluşan, federal bir parlamenter demokratik cumhuriyettir.
Aynı zamanda halen İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) üyesidir.
Halkın yüzde 79,82′ i Hindu, 14,2 si Müslüman, 2,3 ü Hristiyan, 1,7 si Sih, 0,7 si Budist, 0.36 sı Cayanist ve geri kalanı da, Zerdüşt, Parsi ve diğer dinlere mensuptur.
Hindistan, Hintçe’de “Bharat” olarak isimlendirilmektedir. Bu isim, Sanskritçe2de, Kral Bharata‘ nın adından türetilmiştir ve “besleyen toprak anlamına gelmektedir. Ülkenin anayasasında da böyle yazılmaktadır. Ülkenin resmî adı ise “Hindistan Cumhuriyeti” dir.
Hindistan isminin tarihsel gelişimi ise daha da ilginç ve farklı bir olaydır. Eski Farsça’da, “Hindûsitan” yani Hint Ülkesi olarak isimlendirilmiş olan bölge, İndus (İndus nehrinin orijinal adı Sindhu imiş o zamanlar) nehrinin çevresinde yerleşik olan Aryan halkının yerleşim alanını ifade etmekteymiş.
Sonra “Sindhu” ismi zamanla Farsça’da “Hindu” ya, daha sonra da Yunanlar da bu ismi “İndia” ya çevirmişlerdir… i
Hindistan’da 2 resmi dil vardır: İngilizce ve Hintçe.
Ancak, Anayasaya göre, 22 planlı dil tanınmıştır. Bu diller arasında, Hintçe (Hindi), Bengali, Telugu, Marathi, Tamilce, Urduca, Gujarati, Malayalam, Kannada, Oriya, Punjabi, Assamese, Maithili, Bodo, Dogri, Konkani, Meitei, Nepalce, Sanskritçe, Santali, Sindhi, gibi diller bulunmaktadır.
Ülkenin milli geliri (GSYİH) yak. 3,75 trilyon dolar (2023), nüfusu da yaklaşık 2024 verilerine göre, 1,44 milyar kişi olarak tahmin edilmektedir.
Kişi başına düşen gelir, satın alma bazlı hesaplama ile yaklaşık 2.600 dolardır.
Hindistan’ın kuzeyinde, 28 milyon nüfuslu, federal demokratik bir cumhuriyet vardır; o da Nepal’dir…
7 eyaletten ve 77 ilçeden oluşmakta olup, yaklaşık 30,2 milyon (2024 verileri) nüfusa sahip olduğu tahmin edilmektedir.
Nepal’in GSYİH sı yaklaşık 40 milyar dolar civarı, satın alma gücüne göre kişi başı geliri ise yaklaşık 3.600 dolardır.
Nepal halkının yaklaşık, % 81′ i Hindu, % 9 u Budist, % 5 i Müslümandır…
Nepal çok geniş yelpazeli bir etnik çeşitlilik ve dinsel yapı göstermektedir.
Bu çeşitlilik de Nepal’in kültürel ve sosyal zenginliğini yansıtmaktadır.
Katmandu’nun en önemli ve turistik yeri, Durbar Meydanı ve bakire tanrıça Kumari’nin tapınak evidir.
Halen tapınak evde yaşayan ve kutsal olduğuna inanılan, minicik, şirin bir kız çocuğu “Kumari” olarak büyük ilgi ve saygı görmektedir.
Kumari, 2-6 yaş arasındaki çocuklardan seçilen çocuk Tanrıçaya verilen isimdir. Bu seçim çok zor ve yıpratıcı bir ritüele tabi olup, seçilmiş olan adaylar, tam 32 aşamalı muhtelif sınav ve deneylerden geçmekteymişler… Sonunda seçilen çocuk tanrıça da işte Katmandu’daki bir konakta kapalı tutulmakta ve bütün halk ona sevgi ve saygısını göstermek için konağın önünde toplanıp dualar, ilahiler içinde pencereye çıkıp el sallamasını beklerlermiş…
O da belli olmayan zamanlarda, pencereden sadece el sallayarak cevabi sevgisini gösterip, halkı kutsamaktaymış…
Bizler de bu ritüele ve törene dahil olduk ve sonunda bu minik güzel ve şirin kız çocuğu bize de el sallamış ve gülümsemişti; biz de kendisine el sallamış ve gülücükler göndermiştik…
Şehirde pek çok Budist tapınağı (Stupa) vardır ve hepsi birbirine benzemektedir, mutlaka hepsinin tepesinde, Buda’nın gözü sembolü vardır.
Katmandu’ya 15 km mesafede, Bhaktapur (UNESCO dünya mirası olarak koruma altına alınmıştır) antik şehri ilginç ve renkli bir yerdir.
Nihayet, görkemli, heybetli 3.000 km uzunluğundaki muhteşem Himalaya sıra dağları ve dünyanın en yüksek tepeleri karşımızdadır…
Bu sıra dağlarda, Everest (8848 m), Kangchenjunga (8586 m), Lhotse (8516 m), Makalu (8845 m), Dhaulagiri (8.167 m), Manaslu (8163m), Nanga Parmat (8126 m), Anapurna (8091 m), vd. gibi tam 14 tane yüksek tepe vardır.
İşte bu görkemli ve dünyanın en yüksek tepelerinden 8 tanesi Nepal’de bulunmaktadır.
Bu tepeleri çıplak gözle seyredebilmek için, 32 km mesafedeki ve 1.600 m yükseklikteki Dhulikhel’e gitmek gerekmektedir.
Ama kanımızca, bu tepelerin o muhteşem, unutulmaz ve çarpıcı görüntüleri için, o yolu yapmaya fazlasıyla değmektedir…
Katmandu’dan, Hindistan’ın Varanasi şehrine kısa bir uçuştan sonra vasıl olduk.
Sabah çok erken Hinduizm inancına göre kutsal sayılan, 2.704 km uzunluğundaki Ganj nehrinde teknelerle güneşin doğuşunu ve törenleri izledik.
Doğrusu çok etkileyici, ilginç ve güzeldi ama bir o kadar da rahatsız edici yanları da vardı…
Binlerce insan, Ganj nehrinin kutsallığına ve hiçbir zaman kirlenmeyeceğine inandıkları ama felaket kirli olan, tüm sanayi ve kimyasal atıkların, lağımların, pis suların atıldığı ve aşırı kirli olan Ganj sularında, elini, yüzünü, ağzını, dişlerini yıkamakta, Güneş tanrısına meyve ve çiçekler sunarak haç görevlerini yapmakta, şarkılar söylemekte, gülmekte, meditasyon yapmaktaydı…
Fakat, maalesef arka sokaklarda yapılan gezinti, tüm güzellikleri götürdü, içimizi burktu, hepimizi üzdü, insanlığımızdan utandırdı.
Çünkü gördüklerimiz tam bir insanlık faciasıydı.
Yüzlerce insan yerlerde, pis örtülerin altında, sefalet içinde açıkta, yatıyor, uyuyor, tuvaletini yapıyor, yemek yiyor, yani yaşamaya çalışıyordu. Çaresiz, aç, yoksul ve ümitsizdiler. İnsanlık adına utandım, mahcup oldum, kendimce dersler de çıkardım.
Yaklaşık 40 küsur senedir, bir öğretim üyesi olarak iktisat ve maliye öğretisi ve eğitimi vermeye çalışmış bir kişi olarak, dünyanın bu küresel refah ve gelir farklılıklarını, adaletsizliklerini kitaplara sığdıramamış, derslerde, öğretilerimde, kelimelerle ifade edememiş olmanın acizliğini, ezikliğini ve hüznünü yaşadım.
Daha da önemlisi, böylesine kitlesel açlık, sefalet, yoksulluk dünyada artarak var oldukça ve de sözde çözüm üretmekle görevlendirilmiş uluslararası organizasyonlar, kurumlar, gerektiğince aktif ve etkin olamadıkça, dünyada huzur, barış ve sevgi beklediğimiz, ümit ettiğimiz şekilde filizlenemeyecek ve yerleşemeyecektir diye karamsarlığa düştüm…
İşte sevgili Dostlar, maalesef ben bunu gördüm, hissettim ve yaşadım.
Sizlere de aynen aktarıyorum…
Görmediğim büyük şehirlerle ilgili derhal derinlemesine bir soruşturma ve araştırma yaptım, Mumbai (Bombay), Kolkota (Kalküta), Chennai (Madras), Haydarabad, Ahmedabad vd. büyük şehirlerde durumun ise çok daha beter olduğunu daha da üzülerek öğrendim.
Peki nerede kaldı, hızlı büyüme, neye yaradı 10 üye ülkeye yükselmiş olan BRICS grubunun en hızlı yükselen, büyüyen ülkesi olmak?
Demek ki, her zaman iddia ettiğim gibi, salt makro ekonomik göstergeler, istatistikler, tek başlarına yeterli doğru sonuçları yansıtamayabiliyor.
Refah dağılımı, servet dağılımı ve gelir dağılımı konuları, nüfus planlaması, sosyal düzen, dağılım adaleti (dikkat eşit değil; adil…), gibi konular, hayati ve birincil önemi haizdirler.
Sadece milli gelir rakamını, nüfusa bölmekle ve bu istatistikleri yorumlayıp, değerlendirerek bir ülkeyi ekonomik ve sosyal yönlerden nitelemek, zinhar yeterli olamamaktadır.
Şayet dünya ülkeleri, özellikle de gelişmiş ülkeler, huzurlu, mutlu, sevgi ve barış ağırlıklı bir dünyada yaşamak istiyorlar ve ümit ediyorlarsa, ödevlerini ve görevlerini gereği gibi yapmalılar, üstlenmeleri gereken misyonları hakça yerine getirmelidirler.
Aksi durumda, kaos da, terör de, kargaşa da, entrika da, sömürü de, çıkar kavgaları, hatta savaşları da bu dünyadan hiç bir zaman eksik olmayacaktır, bu dünya görüntüsü ve insanlık anlayışıyla, korkarım ki olabilmesi zaten pek mümkün değildir; olmasının da malum zengin sözde gelişmiş ülkelerce istendiğine ve desteklendiğine de pek emin değilim….
Birleşmiş Milletler, UNICEF, UNESCO, OECD, IMF, Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü, Çevre Örgütleri, vd. küresel, uluslararası örgütler, kurumlar, kuruluşlar, yani ekonomi politikasındaki ifadesiyle, küresel kamusal mal ve hizmet üretmekle görevlendirilmiş kurumlar ve de özellikle gelişmiş ülkeler, soruna ciddi olarak müdahil olmalı, planlı, programlı ve bütçeli olarak çözüm üretmelidirler.
Başka çıkış yolu yoktur.
Pek çok ülke gezmişliğim vardır, ama böylesi bir insanlık ayıbı ve çaresizliği ile ilk kez karşılaşmaktaydım…
Dikkatinizi çekmek isterim; fakirlik, pislik falan değil üzerinde durmak istediğim husus; insanların çaresizliği ve ümitsizliği, dünyanın ve insanlığın da ilgisizliği ve vurdumduymazlığıdır…
Çareyi ise, uyuşturucuda, din ve inanç sömürüsüne terk edilmekte bulmaktadırlar…
Yeniden dünyaya geldiklerinde, daha iyi bir durumda olacaklarına inandırılmaktadırlar…
Doğrusu çok üzüldüm, sarsıldım ve çok da rahatsız oldum…
Seyahatimin devamında, hiçbir şey artık eskisi gibi olamayacak idi.
O bebeklerin, çocukların, çıplak, pislik içinde, aç ve çaresiz, insanlık dışı yaşantıları, maalesef tüm seyahat boyunca, diğer yerlerde, hatta başşehir Yeni Delhi’de bile peşimizi bırakmadı.
Her yerde aynı rezillik, kepazelik vardı; kadınlar-erkekler herkes, küçük ve büyük tuvaletlerini açıkta yol kenarlarına yapıyor, her araç hiç durmadan devamlı korna çalıyor, yüzlerce insan yerlede yatıyor, felaket bir hava, çevre, görüntü ve ses kirliliği her ortamda ziyadesiyle mevcut idi…
Beni en çok etkileyen olaylardan biri ise, her mola yerinde durduğumuz zaman, otobüsümüzün etrafını çevreleyen, indiğimizde de yanımıza koşarak ve gülerek gelen çaresiz ve ümitsiz bakışlı çocukların, para istemeyip, sadece yiyecek ve kalem istemeleriydi.
Tabii ki hepimiz, sabah kahvaltısında otelde minik sandviçler hazırlıyorduk, pazardan kuru gıda ve meyveler ve de kırtasiye malzemeleri satın alıp, bu güzel ve sevimli ama talihsiz çocukları mahcup etmeyecek şekilde her gün muntazaman dağıtıyorduk…
Bu işlemlerden sonra da daha fazla veremediğimiz için hem üzülüyor ve hem de en azından birkaç çocuğu mutlu ettiğimiz için buruk bir sevinç yaşıyorduk…
Bu duyguları anlatmak gerçekten de maalesef çok zor olmaktadır…
Varanasi’den bu karmaşık duygularla hareket ettik ve erotik heykelli tapınakları ile meşhur olan Khajuraho’ya geldik.
85 tapınaktan, 25 tanesi ayakta kalmış. 10 ve 11. Yüzyılda Chandella Hükümdarlarınca inşa edilmiş erotik heykellerle süslü tapınaklar ilginç ve şaşırtıcı idi. Kamasutra’nın bütün ayrıntıları, dantel gibi işlenmiş heykelciklerle gözler önüne tüm çıplaklığı ile serilmekteydi.
Otobüsle 160 km mesafedeki Jhansi şehrine hareket ettik.
Yol güzergahında Orcha’da özel ve halka açık toplantı salonları (aynen Osmanlı’daki gibi Divân deniyor) olan, Raj Mahal (mahal saray demek) (1592-1604), Rai Parveen Mahal ve Cihangir Mahal gezildi.
Jhansi’den trene binip, 3 saatlik bir yolculuk sonrasında meşhur Agra şehrine gittik.
Tren istasyonunda, mecburen 1 saat kadar, inanılmaz bir kalabalığın, sefaletin, pisliğin, rezilliğin içinde bekledik ve tabii ki tüm ayrıntısıyla etrafımızdaki insanların çaresizliğini ve sefilliğini yine üzülerek, çaresizce izledik ve ben yine insanlığımdan utandım.
Agra dünyanın yedi harikasından biri olan, mimari şaheser, Tac Mahal’in (Taj Mahal, yani Tacın-Hükümdarın Sarayı demek) bulunduğu şehir aynı zamanda 16. yy ve 17. yy başlarında Türk – Moğol İmparatorluğunun da başkentidir.
Cihan Şah (esas ismi Şehabettin Muhammed Şah Cihan I) sevgili eşi Mümtaz Mahal (esas ismi Ercümend Banu Begüm Hanım), yani sarayın gözdesi için, ölümünden sonra kabir anıt olarak yaptırmıştır.
Cihan Şahın 3. eşidir ve 19 yıl evli kalmışlardır.
14 çoçuğu olmuş; ancak 1631 yılında, 14. çocuğu, son kızı Gauhara Begüm’ü doğurduktan sonra da ölmüştür.
Ercümend Banu Begüm Hanım, Türk – Moğol devlet idaresinin de bir parçası olarak, hem eşinin hep yanında olmuş, hem de kendisine her konuda katkıda bulunmuştur.
Eşinin ölümüyle, Cihan Şah çok sarsılmış ve davranış bozuklukları göstermiştir.
43 dönüm arazi üzerinde yer alan, Tac Mahal’in yapımına 1632 yılında başlanmış ve yaklaşık 20.000 işçi çalıştırılarak ancak 1653 yılında yani yaklaşık 21 senede tamamlanabilmiştir…
Baş mimar olarak, Pers kökenli, Üstad Ahmad Lahori görev almıştır.
Tamamen beyaz mermerden yapılmıştır ve merkezi kemerin yüksekliği 33 metre, büyük kubbenin yüksekliği ise 73 metredir.
Kubbenin akustiği ise, son derece çarpıcı ve şaşırtıcı bir özelliğe sahiptir.
Bu mekânda çalınan bir flüt sesi, tam 5 kez yankılanmaktadır…Ana binanın her iki yanında, simetrik iki cami bulunmaktadır.
Camilerin minareleri 42 metre yüksekliğinde olup, ana binanın dört köşesinde 4 adet olarak, olası bir deprem durumunda ana binanın zarar görmemesi için hafifçe dışa doğru eğimli olarak tasarlanmıştır.
Bu muhteşem eseri, her yıl ortalama 5 milyon turist ziyaret etmektedir.
Taj mahal Hindistan’ın olduğu kadar, dünyanın da, en çok ziyaret edilen kültürel miras alanlarından biridir.
Bütün sene açıktır, sadece Cuma günleri kapalıdır.
Banu Begüm hanımın naaşı, tam 23 sene sonra Burhanpur’dan getirtilerek, Tac Mahal’in içine yerleştirilmiştir.
Oğlu Evrencebe (Aurangzeb) türlü entrikalarla, önce erkek kardeşlerini öldürmüş ve sonra da babası Cihan Şah’ı, Kızıl Kale olarak anılan Agra kalesine hapsetmiş ve hükümdar olmuştur.
Cihan Şah 8 sene, yani ölene kadar oradan Tac Mahal’i seyretmiştir.
1658 de ölünce de devrinin en görkemli türbesi, eşsiz sanat eseri ve aşkının sembolü olarak yaptırdığı Tac Mahal’e gömülerek, Şah Cihan ile Ercümend Banu Begüm hanımın aşkları ölümsüzleştirilmiştir.
Dünyanın yeni 7 harikasından biri olan, Taj Mahal’in mimarisinde, Moğol, Hint, İran ve Türk mimarilerinin karmasından esinlenilmiştir.
Taj Mahal 1983 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine dahil edilmiştir.
Agra Kalesi, İtimad ül Daula (yani Devletin İtimat Ettiği) mozolesi, Mahtab Bagh (yani Mehtap Bahçesi), Fatehpur Sikri külliyesi gezilerek, Jaipur (Pembe Şehir) şehrine doğru otobüsle yola çıkılmıştır.
Jaipur, 18. yy da şehirciliğin güzel bir örneği olarak, mihrace Jai Sing II tarafından kurulmuştur.
1853 yılında Prens Albert’in ziyareti sebebiyle, tüm binalar pembeye boyanmıştır.
Gerçi bugüne pek bir şey kaldığı söylenemez ama, yine de Hawa Mahal (Rüzgar Sarayı), City Palace ve astrolog mihrace Jai Sing II (1728-1734) tarafından oluşturulan gözlem merkezi (observatuar) Jantar Mantar ve bilhassa da, şehre 15 km mesafede olup, filler sırtında çıkılan, 1592 de mihrace “Man Sing I” tarafından yapımına başlanıp, “Jai Sing I” tarafından bitirilen “Amber Kalesi” görülmesi gereken yerlerdir.
Son durağımız ise, başşehir Yeni Delhi idi.
Hindu tanrısı Vishnu için yapılan Lakshmi Narayan tapınağı, 20.000 kişinin namaz kılabildiği “Jama Masjid” (Cuma Camii) gezildi.
Bu vesileyle, Selimiye, Süleymaniye, Sultanahmet, vd. zarif ve görkemli camilerimizin ne denli önemli eserler olduğunu, bir kere daha teyid etmiş oldum.
Mahatma Gandi nin anıt mezarı Raj Ghat, India Gate (meçhul asker anıtı), evrensel barış ve birlik mesajlarıyla ünlü, Bahai Tapınağı (Lotüs Tapınağı) (1986 yılında tamamlanmıştır, İranlı mimar Fariborz Sahba tasarımıdır), tarihi Chandi Chowk (tarihi çarşılı sokaklar) gezildi ve hayırlısıyla memlekete dönüldü.
Tabii ki anlatacak daha çok yer ve yorumlanacak pek çok konu var ama, bu kadar açıklama ve yorum ile yetinmek durumundayım.
Dhanyavaad (teşekkür ederim), Namaste (merhaba), Alavida (hoşça kalın)…
Gelecek yazılarımızda buluşmak üzere, herkese esenlikler dilerim.
Sağlıcakla, sevgiyle ve hoşça kalın…
Yalçın Alganer
Yalçın Alganer sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
2 Comments
ismail kulacaoglu
Sevgili Yalcin kardesim,
Her zaman oldugu gibi yazini ilgiyle okudum,resimlerine baktim .
Hem dogu hemde bati Hindistan a yaptigim seyahateri hatirladim.
Hindistan a gitmek cesaret isidir.Zira senin de hakli olarak bahsettigin yasam sartlarindan dolayi hastalik ve mikrop konusunda zengindirler ve de seyahatte basina birsey gelirse dogru
tedaviye ulasmak kolay degildir ve is sansa veya tesadufe kalir.
Hindistan in bugunku kosullarini lyl anlamak icin nasil dunyada boylesine zengin olan bir ulkenin bu denli fakirlestirildigini incelemek icin 1600 senesinde kurulan East India Company nin ve Kuruldugu ulke Ingiltere nin Hindistan i nasil somurdugune ve Hindistan in zenginliklerinin Ingiltere ye nasil geride birsey birakmadan transfer edildigi incelenmelidir.Geriye kalan iskelettir.Kanimca hinduizm inanci ve anlayisi da muhakkak incelenerek bugunlere nasil gelindigi konusu irdelenmelidir.
Eline saglik sevgili kardesim ,kutlarim.
Yalçın Alganer
İsmail Kardeşim; İlgine, nazik mesajına ve katkılara teşekkür ederim. sevgiler.